11 Ekim 2007 Perşembe

RUHSUZ HERİFİN KARALAMALARI -I-

Küçük bir odada oturup, kıçın gittikçe büyümekte olduğunun farkında olup, bunun için hiçbir şey yapmadan durmanın rahatlığından ya da şairin sessiz kaldığı yerde osurmanın bereketinden bıkıp, “kelimeler mi kaldı hala söylemediğin, tatlı kaltağım?” diye yalnızlığıma söylenirken, yine tanıdık bir sahnede, bütün egomla oynadığım oyunu oturmuş seyrediyorum.

Durun biraz, yanlış başladım. Bir şans daha, lütfen...

Sessizlik. Nihayet. Kafanızın içinde sürekli bir şeylerin, birilerinin dönüp durduğu, bu yüzden okuduğunuz kitaptan bir bok anlamayıp, sayfaları devirmiş olmanıza rağmen, başınızı kaldırıp “ne okudum lan ben?” diyerek tuvalet aynasıyla göz göze geldiğiniz ve kitapta gözlerinizle takip ettiğiniz kelimelerden aklınızda tek kalanın, sanki inadına “tekrar çal Sam” der gibi aklınızda dolanıp duran düşünce, hayal ve olası gelecek hesaplarının olduğu bir anda olduğunuzu hayal edin. Bu kez lütfen demeyeceğim. Çünkü o boku az önce bir kez yedim. Senden bir şans daha istedim ve sen de verdin. Şimdi devam et. İçimi kusmam lazım ve dinlemen gerek.

Ben yine yalnızlığa taktım. Osuruktan bir yazarın, hayat bu çember işte, söylevine girmek istemiyorum. Anlatacağım şey başka.

Her neyse, nereden başlayayım düşündüm de başlamışım kronolojiye. Bir zamanlar aşık oldum. Birlikte olduk. Evet, seviştik de. Ben hasta oldum, terli çamaşırlarımı değiştirdi. Bir bebeğe bakar gibi baktı bana. Kahkahamızı, göz yaşlarımızı, onun mantıksız histerik krizlerini, benim uyuşukluğumu, osurup osuruğumuza gülüşümüzü, zevklerimizi, zevkine gelemediklerimizi, zevzekliklerimizi, “z” kafiyesine uyan başka bir şey bulamadım şimdi gelişi güzel yazarken ama varsa onu, bedenlerimizi, bildiklerimizi, bilmediklerimizi paylaştık. Güzeldi, hep neşe dolu değildi. Güzelliği oradaydı zaten, yalan yoktu. Bir nişan yüzüğümüz bile oldu. Saçma ama onu ben daha çok arzuladım, arzulamamıza isim yapıştırmayı o kafasına koydu. Nişan yüzüğü parmağa geçti.

Piç olmuş aşk hikayemi anlatmak istemiyorum. Neyse...
Sadakatsizliğine yenik düştü ve onu, benden duymaya en çok korktuğu kelimeleri, içimden gelerek sarfederek terk ettim. İyi mi oldu? Kötü mü oldu? Tanjant 90, cosinus 80! Pek de umursamıyorum. Bu boktan şeylerin çözümlemelerini, “tipimiz yok ama böyle duygulu, entel görünerek acaba karı kaldırır mıyız?” diyerek yazarcılık oynayan A. B. C. Ç. D. E.... gillere bırakmak en iyisi. Herkes bildiği işe...

Şimdi yok. Öfkeliydim, dahası kırgındım. Ne tuhaf, şimdiyse onunla geçirdiğim üç seneye müteşekkirim. Çünkü her saniyesinde yalnız değildim. Şimdi ister bir fahişenin üstünde olayım, ister biriyle cicim günlerimi yaşayayım, ister şimdiki gibi odamda saçma sapan yazıp durayım... Yalnızım.

Kendimi özlüyorum. Onunla birlikte bir parçam gitti. Bir daha da geri dönmeyecek. İnsanlara güvenen, saf, naif yanım gitti. Damdan düşer gibi aşık olabilen yanım gitti. Elbet, Fuzuli’nin düşlediği aşk da vardır diyen yanım gitti. Hayatımda ne olursa olsun heyecanla paylaşacağım yanım gitti. Kendimi özlüyorum. Gözlerinde bulduğum pırıltı gitti. Şimdi fotoğraflarına baksam da faydası yok. O gözler yok, çünkü benim o parçam gitti...

Hayatta sevgiliyi kaybetmekten daha acı şeyler varmış. Pis koydu ama öğrendim. Daha acı olan bir başka şey, en iyi dostunu kaybetmekmiş. Daha da kötüsü bir parçanı kaybetmekmiş. En kötüsü bütün bunlar aynı kişi ise, o kişiyi kaybetmekmiş...

Daha çok şey yazmak istiyorum ama niyeyse şevkim kaçtı birden. Kendimi özlüyorum. Hepsi bu...


Hiç yorum yok: