5 Ekim 2008 Pazar

Mona Lisa

Evet döndüm. İyi halt ettim.

Baştan söyleyeyim, dönüşümden çeşitli anlamlar çıkarmanın lüzumu yok. 17 Kasım 2007 de yaptığım geçici vedanın üstüne dönüşümü tam 17 Kasım 2008'de gerçekleştirip artist pozlara bürünebilirdim ama yapmıyorum. Hayır, kesinlikle başımı önüme eğmemden değil. Zira o günden bugüne bloga sadece bir (sayıyla 1, roma rakamıyla I) yazı eklenmiş ve hali hazırda tee eskiden yazdığım yazılara bile yorum alamamış hatta okunmamış olmasından dolayı, yapacağım böyle bir artistliği satabileceğim kimsenin olmayışını düşünmemden. O yüzden üşendim artistlik yapmıyorum. "Bre adam bu satırları yazmaya nasıl üşenmedin o zaman?" diyebilme ihtimalini mantık paranoyalarıyla başbaşa bırakıyor anlayacakları lisandaki "sevebilme ihtimalleri"ne havale ediyorum ve köşeme çekilip kıs kıs gülüyorum.
Gittiğim yer neresiydi ki döndüm, gidip de hayatın anlamını mı buldum, bulup da ...... mi soktum vs. saçma sapan suallerle kendi kendime yaptığım meraklanmalar karşısında yine kendi kendime (evet evet sen okuyan, hiç alakası yok seninle, hiç üstüne alınmayıp, burun kıvırarak okumaya devam et) verdiğim cevap şöyledir; hayır hiçbir yolculuğa çıkmadım, en azından elimde "on the road" la dönecek bir yere gitmedim, kitabı gittiğim yerde de bırakmış olabilirim, gidişimin kutsal uhrevi bir yanı da yoktu, hintlilerin pazarlama tekniği bir mumbo jumboya da dönüşmedim, ferrarim zaten olmadı ki satayım, bir şey öğrenmedim mi, o bana kalsın. Artık ruhsuz herifin karalamaları yok, uzayan brezilya dizisine son verdim. Artık daha serbestçe küfürlemi sağa sola sallıyorum.
Dönünce ilk önce naptım? Eşek aynı eşek, açtım içkimi başladım yazmaya. Yanlış oldu "backspace"e basılı tuuut
parmağı çek
yeniden yaz.
İçki beni açtı yazmaya başladı.
İtiraf ediyorum sessizliğin içinde bir miktar kalabildim. En çok eski sevgililerimi en az eski sevgililerimi arada bir de eski sevgililerimi düşündüm. Saçma. Sadece kadınları düşündüm. Eski nişanlımın şu an yeni kocasıyla kimbilir nerede ne yapmakta olduğu üstüne komplo teorileri geliştirdim, ilk göz ağrımın şu an mezarda yüzde kaçının çürümüş olabileceğini düşündüm, tamamen toz haline gelmiş miydi yoksa kuru iskeletmiydi, çene kemiği aşağı sarkmışmıydı, aya bakınca toz pembe düşlerin aklıma gelmemesinin manyak olmamla alakası yok, postal kokusu teneffüs etmiş olmamla da alakası yok, çınlayan kulaklarımla hiç alakası yok, özlemeyi sadece kendine yakıştıran seninle alakası var, neyse, safça aşık olduğum, gülümsemesi hiç solmasın istediğim sevgilimin, yıllar sonra buluştuğumuzda falanca herifle buluşmak üzereyken bana sadece beş dakika ayırmasını düşündüm, neyse kadın defteri uzadıkça uzadı, bak bunu orada düşünmemiştim. Bazen monitör ışığı ay ışığından daha romantik. O zaman düşünürken hiçbir sevişmem aklıma gelmedi mesela. Sanki yıllardır çalışmayan, bütün mekanizmaları paslanmış bir robottum. Douglas Adams beni iyi anlardı o anda. Marvin! Sonra sıkıldım mutsuzmuş numarası yapmaktan, mutluymuş numarası yapmaya karar verdim. Gülücükler saçtım, espriler yaptım, yedi herkes. Yol arkadaşları, durak arkadaşları, ense traşını görelim arkadaşları, pazar arkadaşları hep bir ağızdan kahkahalar attılar ve aynı mutsuzluğu taşıdığını bildikleri halde kendilerini güldüren bu şapşal yabancıya sokuldukça sokuldular. Sonra kaltak kaderin elleri bir piyango çekilişi daha yaptı. Üstelik gözümün önünde, benim ellerim, dizlerim titrerken, askeri görev yerimi belli edecek kura çekildi. Kalamazdım, ben devam etmeliyim, elbet kahkahalarımız birbirini bir yerlerde bulur derken, ben kaldım herkes gitti. Hoppala! Bu ne şimdi. Olduğun yerde durarak yol almak ne demekmiş işte böyle anlaşılır!
Yalova'ya yakındı sanırım. Market vs. yerlerden alışveriş yapmaktan nefret ederim genelde. Çok zorda kalırsam hırsız gibi bir anda alacağımı alır kasiyerle göz göze gelmeden ödemeyi yapar kaçarım. Herşey cansız vitrin marketi kıvamında yaşanır gibi gelir. Cehennemi aramaya gerek yok. Cehennem otuz "M" li bir Migros'tur. Yalova'yı koca bir market gibi gören gözlerimle şeş beş, alkollü yolda yürüyordum. Kendi kendime Tom Waits'in şimdi hatırlayamadığım bir şarkısını söylerken ensemde patlayan tokatla yere yığılmıştım. Kalkmaya üşendiğimden kaldırımda sızdım. İnsanın başına gelmeyince, biri ya da en azından bir polis tarafından dürtülerek uyanacağı aklına gelir de sabaha koluna köpek işerken uyanacağı aklına gelmez. Soluğu hemen boktan bir otelin buz gibi soğuk su akan duşunun altında aldım tabi. Bir yandan ayılıyordum bir yandan son bir yılda tanıştığım bütün çıldırmış insanları hatırlıyordum. Sel gibiydiler. Hayatımın bir yerinden tutunuyor, tutuşuyor ve kaçıyorlardı. İçimi bir yalnızlık hissi kapladı. Duştan çıkıp akşam içine sıçılıp ağrıdan ağrıya koşan sırtımı yatağa koydum. İnsanların yüzleri kahkahaları neşeleri gözümün önünden gitmiyor, birbiri ardına üstüme yağıyordu, hayatımda ilk kez hem gülüyor hem ağlıyordum. Hem gülümsüyor hem somurtuyordum.
Evimdeydim, tatil zamanı şurda burda bunalıp içmeye kilometrelerce yol katederek benim yanımı seçen bir kaç dostun arasında o da vardı. Çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin yüz hatlarını ilk kez o gün farkettim dudağının sağı gülüyor, solu somurtuyordu. İçerken ona baktıkça, otel odasındaki halimi hatırlıyordum ve insanlar tekrar tekrar aklımda vızıldayıp gitmeye başladılar. Artık dayanamayacak hale gelmeye vaşlamıştım. İçkinin verdiği deli cesaretiyle yüzünün ortasına yapıştırdığım yumruğu ve herkesin yapma etmeleri arasında onu kapıya kadar sürükleyip dışarı koyarken attığım narayı hatırlıyorum:
"Siktir git ulan Mona Lisa İbnesi!!!"

26 Ağustos 2008 Salı

Şey

anlatamazsın bazen. kelimeler yetmez. susmanın en doğru olacağı andır o. bitecektir bişeyler. elinden gelenlere bakarsın.. yoktur artık, kalmamıştır. azar azar azalmış ve yokolmuşsundur da farkına varamamışsındır. bi yalnızlık kaplar içini, bi özlem.. tutunacaklarındır senden uzaklaşan.. ne elde kalır ne avuçta... bakakalırsın giden gemilerin ardından. sonrası hüzün.. içinden kopar gider herşey, seni sen yapan hiçbir şey kalmamıştır artık. sen de bir şey'sindir sadece. varolamayan bir şey. yok da olamazsın. araya, hayatın arasına sıkışmış boş bir kadehsindir. içinden akıp gitmiştir hayat. özlersin yeniden. aklına geldikçe içindeki boşluk ve korku da büyür. acı çeker ellerin. varolmamış olmayı düşlersin. ama yapabileceğin tek şey yok olmaktır. ona da cesaretin yoktur artık. gidemezsin. kalamazsın da. susamazsın ama konuşamazsın da. konuştukların boşlukta asılı kalır. beklediklerin, yaşadıklarından azdır. ama aza tamam dersin. mutlu olmaktır aslolan. mutlu olamazsın ya da olamadığını farkedersin. eksilmiştir için. ağlayamazsın da artık. kelimelere dayanamayan gözyaşlarına hiç dayanamaz derler.. denilenlere aldırmamayı istersin. ama artık çok geçtir yaşamak için. sesinde bi kırıklık farkedersin önce. yüzünde bi çöküntü... yeniden özlem kaplar içini, dillendiremezsin. çünkü anlamsızdır artık kelimeler... acına gömersin bedenini. çığlıklar gelir uzaklardan.. sarmalanırsın yeniden.. ayağa kaldırmaya çalışır bir şeyler seni. ama kalkamazsın. istemiyorsundur çünkü. çünkü zaten şey'den farkın kalmamıştır. alelade bi şey'sindir kendi gözünde. eksikliklerini sayarsın bir bir. bittiklerinde başa döner bi daha sayarsın.. bi daha.. bi daha... var olmamış olmayı tercih edersin. ama var ile yok arasına sıkışmışsındır.. gözlerin kanar. gözlerinden akanlardır sana seni hatırlatan. kendine bakarsın. eksik bir şey görürsün sadece. varolamayan bir şey. aklına takılır özlem. ararsın. özlersin. bulmaya çalışırsın. çabalarsın. tükenirsin. farkına varmazsın. omzundadır en büyük yükün. omzuna bakarsın.. kendini görürsün. şey'den ibaret olan kendini. artık hiçbir şey'sindir hayatta. hatta bi hayat bile yoktur etrafında. özlemekten, umut etmekten, beklemekten ibaret bi hayat hayat mıdır diye sorarsın kendine... sonra kendini ciddiye alıp da soru sorman bile anlamsız gelir. yoksundur sen. şey bile olamamışsındır aslında. 

17 Kasım 2007 Cumartesi

Ortaya karışık

Gecenin/sabahın 5'inde aldığım karar doğrultusunda, bir süre blog, internet sitesi, fanz-in ve bilimum yerlerde yazmaya ara veriyorum. Biraz kabuğuma çekilmek, romanlarıma dönmek istiyorum.

Eğer bir gün dönmezsem, affedin...

16 Kasım 2007 Cuma

RUHSUZ HERİFİN KARALAMALARI -III-

"İlim kendin bilmektir!"
Belki bundan, belki ne olursam ne yaparsam yapayım tatminsizliğimden, belki süper zeka oluşumdan, belki ahmaklığımdan, ben en çok kendimi kurcalamayı seviyorum. Kurcaladıkça daha çok sorun çıkıyor gün yüzüne. Kendimi sevemiyor (yahu yeri gelmişken, ben de kullandım farkındayım ama ne demek bu kendini sevmek? Meta anlamını düşününce ilk hangi hastalıklı ruh bu kavramı çıkarmış merak ediyorum), düzeltiyorum, kendimi kötü hissediyorum ve hepimizin alışık olduğu karamsar hale, soyutlanmaya, var olanı itmeye eğilim kazanıyorum. Benim için bu durum olağan bir şey, hayatın bir parçası. Gel gör ki ben ne zaman bu durumda olsam, hayatımdaki kadınlardan hep, "hayatım kadınlar güce tapar, böyle yapma itici oluyorsun," cümlesini duyuyorum. Ben hala bunun üstüne konuşayım mı, dünyanın geri kalanı da bunda hem fikir mi, bilmiyorum ki! Bu ne demek yahu?! Kadınlar güce tapar, hooop, *flop* değiş. E ne var, ben de "Adriana Lima" istiyorum hooop hemen sen de değiş o zaman. Bir iki kadından bahsetmiyorum arkadaşlar. İstisnasız aynı laf. Nedense bu da yalan gibi sanki... Brad Pitt ve bilimum mastürbasyon malzemesi herifin karşısında da aynı cümleyi kursunlar, en azından üstünde düşüneyim. Yalancı sahtekarlar! Hem bu "güç" de ne demek? Üç adamı yere serseniz de ideolojik düşünceniz veya başka bir şey için dünyayı karşınıza alsanız da sevdiğiniz için canınızı tehlikeye atsanız da fark etmez, bu "güç" söylevi dönüyor dolaşıyor ve sizi buluyor. Evet hepsi başıma geldi, biliyorum. Nedir bu "güç"?
Ne olduğunu artık biliyorum. Sizinle de paylaşmak istedim. Bu sadece kadın-erkek ilişkileri için geçerli bir şey değil. Anneniz, babanız, arkadaşınızla da geçerli... Sakın ola karşınızdakinden daha üzüntülü, daha sevinçli, daha zeki, daha aptal, daha bilgili, daha cahil, daha cana yakın, daha sevgili, daha ilgisiz, daha cesur veya daha korkak ve en önemlisi, üstüne basarak söylüyorum en önemlisi daha ilgiye muhtaç olmayın! Olduğunuzu söyleyin, bu sorun değil onlar için. Ama gerçekten öyleyseniz ve maskeniz yüzünüzde değilse, işte bu "güç" lafı gelir sizi bulur. Ne zaman kendilerini size gerçek sevgi, gerçek hayranlık, gerçek şefkat ve gerçek ilgi göstermek zorunda hissetseler, şimdiye kadar bol keseden salladıkları yalanlarını yutmadığınızı anlasalar, "güç" derler, kafanıza kurşunu sıkar ve giderler...
Sonra vakitler geçer. "İlim kendin bilmektir!" denir. İlim kendin bilmektir... İnsan sadece bir kez aşık olur...

13 Kasım 2007 Salı

RUHSUZ HERİFİN KARALAMALARI -II-

Başlamak için bir şeylere gereksinim duyuyorum, duyuyoruz. Yolda olmak, sonuca varmak üstüne hangi köşeyi dönseniz bir martaval karşınıza çıkarda, hayatınızla ne yapmanız gerektiği hakkında hiçbir şeye rastlayamazsınız. Demek istediğim, hayat zor, bok, püsür değil. Bütün hırs ve hislerimize gaz veren objelerin, hatta kendimizin hep bir yalan, havada asılı kalan bir dogma olduğu. Ne zaman yere basacağız? Bilmiyorum.
Yazarlar hakkında pek çok film izledim, kitap okudum. Her şey yazmanın fazileti, zorluğu, yazarın görülmeyen yeteneği, başarının zor gelişi veya gelmeyişi üstüne o kadar odaklanmış ki bulunmadığı yerden ahkam kesen bütün bu sirk palyaçoları yere basmayı unutmuşlar. Evet, izlediğim filmde görüyorum, zaman zaman karakteriyle bütünleşiyorum, film akıp gidiyor ve film bittikten sonra bile aklıma takılan şey bambaşka; sefillik, zorluk, depresyon geçiren, toplumdan soyutlanan, bir dönem çıldıran, kitabını yayınlatmak için çetrefilli yolları çeken yazarı kabul ediyorum, benim anlamadığım, aynı yazarın altındaki ve neredeyse helaya bile giderken kullandığı arabası ve ona doldurduğu benzin, benim anlamadığım, şu saniyeden itibaren çalışmaya başlasam seksen yaşında ancak sahip olabileceğim güzellikteki evi... Bu adam nereden başladı tamamen kayıp. Sırf kadın ırkının karakterleri çözümleme ve onları neyin bu kadar bu filmlere ittiğini merakımdan, şu an yazmakta olduğum bir karakterle ilişkisinden, son üç gündür romantik filmleri, diğer adıyla kız filmlerinin bir listesini oluşturdum ve masamdaki yığını izleyerek tükettim. Sakın denemeyin, sağlığa çok zararlı etkileri var eheh. Bazı nüansların romantik bulunabileceğini kabul edebiliyorum, genç kızların neden bu filmleri zaman zaman tercih ettiklerini ve onlara nasıl pazarlanabildiklerini de anlayabiliyorum. Bununla bir sorunum yok. Filmi izliyorum, filmin bir karesinde, esas kıza kaldırımdan geçen bir delikanlının uzaktan içli içli bakışı yarım belki bir saniye yansıyor ve filmin sonuna kadar bir daha bu delikanlıyı göremiyorsunuz. Benim film bittikten sonra bile hala merak ettiğim o delikanlıya ne olduğu, işte benim anlamadığım bu. Çayımı içerken anlıyorum ki hiçbir şey yeterince iyi değil. Her şeyin anlatımı ise fazlasıyla abartılı ve fazlasıyla iyi. Kitaplar, filmler, şarkılar her şey... Can sıkıntısından radyoyu açıyorum, kanalları dolaşacağım, hani pek çok filmde arabasında giderken radyo kanalını arayıp konuşan adamlar vardır, bir gün de böyle bir konuşma gerçekte olsun be kardeşim. Yolda, radyoda, evde, işte, otobüste, yatakta biri de mantıklı, dinlemeye değer bir cümle kursun. Filozof olmasın, politikada deha olmasın, atomu parçalarına ayırmasın, mükemmel değil sadece biri kendisi olsun, kulaklarım o konuştukça onundur.
Gazetelerin köşe yazarlarına bakıyorum da... Neyse sadece şunu, az buçuk konuyla ilgili olduğu için anlatmam yeterli. Aklı kıt kadın köşe kapmaca, adam asmaca yazarlarımızdan biri geçenlerde kadınlar için ideal erkeğin kriterlerini yazdı kendince. Evet, bütün erkekler, bundan böyle ideal kriterlere gidin koşun, atlayın, maymun olun, kendiniz hariç her şey olun. Ve evet, bütün kadınlar, idealleri arayın, ama kendi ideallerinizi bile başkasının ağzından dinleyin, "Fuzuli" mi boş verin? Buna verecek cevabınız da hazır nasıl olsa "Ya Leyla Mecnun, ya kaşar orospu, arası yok mu?" diyeceksiniz. Adadığınız, adandığınız ideallerin arasını ne zaman bulursanız belki o zaman söylevleriniz de ciddiye alınır. O yüzden, siktir! Neyse başka konulara dalmadan, sanırım basitçe yazının reklamını yaptım. Bu yüzden de kendimi kutluyor, kendimden tiksiniyorum. Herneyse, dönelim konuya, bu aklı evvel köşe kapmaca, adam asmaca yazarlarının hedeflediği kitle, (o kadar hesap yapabilecek beyinleri olduğunu varsayarak) esasında o satırlar arasında kendilerini görüp, bir nebze olsun umutlanıp, "biz de sevgili buluruz, işte kadınların aradığı erkek modeli," diyen sefil erkeklerdir.
Her şey o kadar yalanın etrafında dönüyor ki... Sodom'un en sonunda insanların bu yalanlar yüzünden aklını kaçırıp tamamen özüne dönmesi olduğuna inanası geliyor kişinin.
Hava soğuk, üşüdüm, hastayım ve elim titrediği için yazmaya devam edemeyeceğim. O yüzden şimdilik defolun! Nasıl olsa kimsenin okuduğu yok.
Hikayenin sonu.

22 Ekim 2007 Pazartesi

BOK YOLUNA GİDEN ZAMANLAR -I-

Evet, buyrun Football Manager 2008 çıktı. Hayatım bir kez daha boş boş onu transfer et, git şu takımın kuyusunu kaz, antrenörüydü gözlemcisiydi diye, kıçı kırık bir program motorunun veri tabanına girilmiş hiç tanışmadığım futbolcu heriflerin isimleri arasına takıldı kaldı. Yaptığımın ne kadar öküzlemesine bir şey olduğunu bilmeme rağmen, neden durduramıyorum kendimi?

Sadece bu mu ki? Madem hayatımın sınırlı süresinin içine ediyorum, tam olsun. Lanet herif, Joseph Conrad'ın kitaplarını okuyorum. Zaman kaybı başka bir şey değil. Ulan, şerefsiz, denizciysen denizciliğini bil. Ben senin sayfalar süren, deniz, kıyı, güverte, direk tasvirlerini okumak zorunda mıyım? Bu gazla ben de hemen roman yazıyorum ve kedi köpek hastalıklarını, tümörlerini, tüylerini kıllarını sayfalar dolusu anlatıyorum... Hadi bakalım.

Evet ne kaldı. Sinema. Neler mi vaktimi heba etti? Buyrun, ilki "Namesake". 2006 yapımı bir film. Hesapta roman uyarlaması. Gaydurugubbak bir Hint'li nin İngiltere'de geçirdiği aile saadeti ne kadar ilgi çekici olabilirse, film de o kadar çekici işte. Almancı muhabbetlerine alışık bünyemizde bu tip öykülerin fazla tesiri yok. Filmde Gogol'a bol bol gönderme var. Hatta adam abartıp oğlunun adını Gogol koyuyor falan. Gogol hayatta olsa, kesin filme sponsor olmuş derdim. O kadar bayıyor siz anlayın. İkinci boktan filmimiz 2007 yapımı "Evening."
 Sırf M. Streep'in oyunculuğuna olan güvenimden izleyeyim dedim. Bir de sağda solda yok efendim "unforgetable" zamazingo övgüler almış. Filmin konusu kısaca osuruktan bir karının, filmi çekilmese kimsenin sikinde bile olmayacak osuruktan aşk hikayesi. Öyle flashback, ölüm döşeğinde son anlarda hayat filim gibi geçiyo gözlerimin önünden tripleri, üstüne de kadına iki sorunlu karakteri farklı yetişkin kız çocuk vereyim falan demeyle olmuyo kardeşim drama! Sıçayım bu filmi çekenin de senaryosunu yazanın da beğenenin de zekasına. Yetti be yetti! Üçüncü filmimiz 2006 yapımı "Fido." Zombi filmlerine olan gerzekçe zaafım (gerzekçe ama yeşillik ve birayla dünyanın en eğlenceli filmleri eheh) sebebiyle izleyeyim dedim. Netekim zombi komedyası yapmışlar elemanlar. Gelecekte zombileşiyor her ölen, "beyiiiin" diye hörtlüyorlar ama teknoloji işte. Eheh, zombileri zaptedip evcil birer hayvan haline getiren tasmalar var. Aslında filme biçilen distopik zombi komedisi temasını son derece başarılı buldum ama gelin görün ki uygulama sıfır. Filmde bir saniye olsun gülmeyi başaramamış olmam bir yana, gülümseyemedim, hiçbir şey hissedemedim. Hatta bir ara film iyice çığrından çıkıp E.T. duygusal böcekliğine soyunca kusuyordum. Allah sizi bildiği gibi yapsın! Yoruldum ulan izlediğim ve zaman kaybından başka bir şey olmayan diğer filmlerin sadece isimlerini yazıyorum. Kaybettirdikleri zaman yeter bana. "Magicians," "Knocked Up," "Hatchet," "Little Children," "The Invisible," "The Tiger's Tail," "Wild Seven," "You Kill Me," "Secret Of The Cave," "Breaking And Entering," "Cursed," "Unholy." Ulan hangi insan evladı bunu yapar! Bok yoluna gitti tüm vaktim. Neyseki sadece iki filmi beğendim. Bunlardan biri daha önce de izleme fırsatı bulduğum "Taste Of Cherry," izlemeyen varsa mutlaka tavsiye ederim. Diğeri haddinden fazla başarılı bulduğum, senaryosuna az daha kassalar on puan verebileceğim bir film 2006 yapımı "Cashback." Eee, iyi de bunların konusu ne demeyin lan! IMDB diye bir şey var gir ara tövbe tövbee...

Evet vaktimizi bombok geçirmekte sınır tanımayalım. Ömrümüz iyice s.kilsin! Geldik müziğe. Dream Theater'ın en sevdiğim albümü "Scene From A Memory" idi. "İdi," diyorum çünkü ben bir eşeklik yaptım ve kardeşimin bin heves bulup getirdiği "Metropolis 2000: Scenes From New York" dvd sini izledim. Yau bi grup, kendi parçalarını bu kadar mı hissetmeden çalar. Bu ne yavşaklıkdır. Ey öküz Portnoy, sen binbir triple, ağzında cak cak sakızı yavşak yavşak çiğneyip, en ukala halinle davulu döversen, ben artık o parçayı dinlerken bir bok hissedebilir miyim? Neyse bu konser kabusunu geçelim. Sırf şarabın yanında yalnızlığa yakışır diye osuruk osuruk Leonard Cohen, Tom Waits dinlememi saymıyorum. Kodumun yamuk sesli herifleri. Napim, şaraba yakışıyo eheh.

Koca bir hafta daha hiçbir bok üretmeden. Ömrümü tükettim. Kaç yıl evvel seviştiğim kadınlar evlendi, neredeyse çoluk çocuğa karışacak ben hala götümün üstünde oturup vaktimin içine boktan boktan prodüksiyonlarla sıçayım. Aferin bana. Yaşamak bu olsa gerek...

Son not: Gentleoctopus baba oldu! Allah analı babalı büyütsün. Son bir aydır aldığım tek iyi haber...

11 Ekim 2007 Perşembe

RUHSUZ HERİFİN KARALAMALARI -I-

Küçük bir odada oturup, kıçın gittikçe büyümekte olduğunun farkında olup, bunun için hiçbir şey yapmadan durmanın rahatlığından ya da şairin sessiz kaldığı yerde osurmanın bereketinden bıkıp, “kelimeler mi kaldı hala söylemediğin, tatlı kaltağım?” diye yalnızlığıma söylenirken, yine tanıdık bir sahnede, bütün egomla oynadığım oyunu oturmuş seyrediyorum.

Durun biraz, yanlış başladım. Bir şans daha, lütfen...

Sessizlik. Nihayet. Kafanızın içinde sürekli bir şeylerin, birilerinin dönüp durduğu, bu yüzden okuduğunuz kitaptan bir bok anlamayıp, sayfaları devirmiş olmanıza rağmen, başınızı kaldırıp “ne okudum lan ben?” diyerek tuvalet aynasıyla göz göze geldiğiniz ve kitapta gözlerinizle takip ettiğiniz kelimelerden aklınızda tek kalanın, sanki inadına “tekrar çal Sam” der gibi aklınızda dolanıp duran düşünce, hayal ve olası gelecek hesaplarının olduğu bir anda olduğunuzu hayal edin. Bu kez lütfen demeyeceğim. Çünkü o boku az önce bir kez yedim. Senden bir şans daha istedim ve sen de verdin. Şimdi devam et. İçimi kusmam lazım ve dinlemen gerek.

Ben yine yalnızlığa taktım. Osuruktan bir yazarın, hayat bu çember işte, söylevine girmek istemiyorum. Anlatacağım şey başka.

Her neyse, nereden başlayayım düşündüm de başlamışım kronolojiye. Bir zamanlar aşık oldum. Birlikte olduk. Evet, seviştik de. Ben hasta oldum, terli çamaşırlarımı değiştirdi. Bir bebeğe bakar gibi baktı bana. Kahkahamızı, göz yaşlarımızı, onun mantıksız histerik krizlerini, benim uyuşukluğumu, osurup osuruğumuza gülüşümüzü, zevklerimizi, zevkine gelemediklerimizi, zevzekliklerimizi, “z” kafiyesine uyan başka bir şey bulamadım şimdi gelişi güzel yazarken ama varsa onu, bedenlerimizi, bildiklerimizi, bilmediklerimizi paylaştık. Güzeldi, hep neşe dolu değildi. Güzelliği oradaydı zaten, yalan yoktu. Bir nişan yüzüğümüz bile oldu. Saçma ama onu ben daha çok arzuladım, arzulamamıza isim yapıştırmayı o kafasına koydu. Nişan yüzüğü parmağa geçti.

Piç olmuş aşk hikayemi anlatmak istemiyorum. Neyse...
Sadakatsizliğine yenik düştü ve onu, benden duymaya en çok korktuğu kelimeleri, içimden gelerek sarfederek terk ettim. İyi mi oldu? Kötü mü oldu? Tanjant 90, cosinus 80! Pek de umursamıyorum. Bu boktan şeylerin çözümlemelerini, “tipimiz yok ama böyle duygulu, entel görünerek acaba karı kaldırır mıyız?” diyerek yazarcılık oynayan A. B. C. Ç. D. E.... gillere bırakmak en iyisi. Herkes bildiği işe...

Şimdi yok. Öfkeliydim, dahası kırgındım. Ne tuhaf, şimdiyse onunla geçirdiğim üç seneye müteşekkirim. Çünkü her saniyesinde yalnız değildim. Şimdi ister bir fahişenin üstünde olayım, ister biriyle cicim günlerimi yaşayayım, ister şimdiki gibi odamda saçma sapan yazıp durayım... Yalnızım.

Kendimi özlüyorum. Onunla birlikte bir parçam gitti. Bir daha da geri dönmeyecek. İnsanlara güvenen, saf, naif yanım gitti. Damdan düşer gibi aşık olabilen yanım gitti. Elbet, Fuzuli’nin düşlediği aşk da vardır diyen yanım gitti. Hayatımda ne olursa olsun heyecanla paylaşacağım yanım gitti. Kendimi özlüyorum. Gözlerinde bulduğum pırıltı gitti. Şimdi fotoğraflarına baksam da faydası yok. O gözler yok, çünkü benim o parçam gitti...

Hayatta sevgiliyi kaybetmekten daha acı şeyler varmış. Pis koydu ama öğrendim. Daha acı olan bir başka şey, en iyi dostunu kaybetmekmiş. Daha da kötüsü bir parçanı kaybetmekmiş. En kötüsü bütün bunlar aynı kişi ise, o kişiyi kaybetmekmiş...

Daha çok şey yazmak istiyorum ama niyeyse şevkim kaçtı birden. Kendimi özlüyorum. Hepsi bu...


8 Ekim 2007 Pazartesi

Sahibinden Satılık Ruh!

Az kullanılmış, içinde hala biraz umut barındıran, kaybetmeye bi türlü alışamamış, off'layıp puff'layanlardan nefret eden, kırgınlıklarla, unutulmuşluklarla, arzularla dolu ruh acilen satılıktır. İlgilenenlerin yorum bölümüne yazarak iletişim kurmaya çalışması gerekmektedir.